Medeni Kanun ve Laikliğe darbe niteliğinde olan “Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” toplumsal tüm itirazlara rağmen, Cumhurbaşkanının "İsteseniz de İstemeseniz de bu yasa geçecek" söylemleri ile belki de yüzyıl öncesine dönüşün önünü açıyor.
Hatırlanacağı üzere müftülere hatta imamlara bile nikah yetkisi veren ve çocuklarımızı tehdit eden, giderek yaygınlaşan pedofili evliliğin önünü açan yasa tasarısı, daha önce İçişleri Komisyonunda görüşülmüş, oluşan tepkiler üzerine yeniden alt komisyona geri gönderilmişti. Tüm muhalif seslerin yok sayıldığı alt komisyon görüşmesinde onaylanarak yeniden bütün itirazlara ve tartışmalara rağmen İçişleri komisyonundan geçti.
Geçen hafta mecliste görüşülmesi beklenen yasa tasarısına karşı CHP Kadın Kolları başta olmak üzere birçok kadın örgütü Meclis'e çıkarma yapmıştı. Yasayı protesto etmek ve Meclis’te görüşülmesini engellemek için birçok ilden yüzlerce kadın da yola çıkarak “Bu yasa Meclis’ten geçmeyecek, Ya geri çekilecek ya geri çekilecek” demişti.
Her gün tepkiler çığ gibi büyürken Kadınların meclis çıkarmasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan "İsteseniz de istemeseniz de bu yasa Meclisten geçecek" diyerek son noktayı koymuştu. Kritik bir süreçten geçen ülkemizde rejim değişikliği tartışmaları bir yana dursun, birkaç soru sormak isterim: Bu tutum, Sayın Cumhurbaşkanının henüz 2019 seçimleri yapılmadan ve Anayasal düzenlemeler resmileşmeden bir şekilde talimat vermesi ve tek adam rejimini ortaya koyması değil midir? Bu tutum Medeni Kanunun, Laikliğin, Demokrasinin ne kadar tehdit altında olduğunu gösterir bir veri değil midir? Bu tutum, AKP MKYK üyesi ve Sivil Alan Platformu Başkanı Ayhan Oğan'ın, “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır” sözleriyle bağdaşan, Cumhuriyete karşı bir tutum değil midir? Bu tutum, kaç çocuk yapılacağından kürtaja kadar müdahale edilen, kahkahaları iffetsiz olarak tanımlanan, işsizliğin artışının kadınların aktif çalışma hayatında olmasına bağlanan ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından "Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir." “Kadının öncelikli olarak rolü annedir” açıklamalarının yapıldığı bir ortamda kadını yok etmeye yönelik değil midir?
Bu süreci daha iyi anlamlandırmak için kısa bir bilgi geçişinin çok daha yararlı olacağı kanısındayım. İçinde yaşadığımız dünyada kadının yerinin tarihsel döngüsüne bir bakalım. Farklı kaynaklardan derlenen dadının toplumdaki yeri ile ilgili tarihsel döngü en kısa haliyle şu şekilde özetlenebilir:
KADIN SORUNUNUN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ (1)
Kadını hor görüp aşağılayan görüşlerin kökleri tarihin derinliklerindedir. Birçok din yorumcuları, kadını, pek haksız şekilde, “acıların kaynağı”, “günahın sembolü”, “şeytanın aracı” gibi göstermeye çalışmışlardır. Budizmle ve Hıristiyanlıkla ilgili eski kaynaklarda, bugün bu dinlere bağlananların da ciddiye almadıkları böyle yersiz suçlamaların sayısız örneğine rastlanır.(1)
İslâmiyetten önce, Arap toplumu, istenmeyen bir kız çocuğunun diri diri gömülebildiği, erkeğin dilediği sayıda evlenebildiği, kadının bir eşya parçası gibi alınıp satılabildiği bir toplumdu. Böyle bir toplumda, İslâmiyet daha önceki duruma göre kadınlar lehine çok büyük bir değişiklik getirmiş sayılabilir. İslâmiyet, Arap toplumunda âdeta bir eşya statüsünde olan kadını bu durumdan kurtarıp, belli hakları olan bir insan statüsüne kavuşturmuştur, denebilir.(2) Ancak kadın erkek eşitsizliği Arap toplumunda öylesine kökleşmiş idi ki, zamanla, kadın hakları konusunda, İslâm’ın asıl ruhuna ve amacına uygun bir yönde olumlu gelişmeler görülecek yerde, tam aksine, kadını ikinci sınıf insan durumuna düşüren bir takım anlayış ve uygulamalar İslâm dünyasına gitgide egemen oldu. Din kuralları dar ve ters yönde yorumlandı. Kadınlar aleyhine yorumlar getirildi. Hukukî çözümler bir noktada donduruldu. Çağların değişmesine ve dünyadaki ilerlemelere ayak uydurulamadı. Kadının yeterince eğitilmemesi, peçe ve kafes ardına hapsedilmesi, sosyal hayatın dışına atılması, giderek toplumda geriletici etkiler yapmağa başladı.
İslâmiyetten önceki eski Türk toplumlarında, kadın, erkekten farklı, ama ona eşit bir varlık olarak saygı görürdü. Aile tek evliliğe dayanırdı. Doğan çocuğun kız olması matem sebebi sayılmazdı. İstenmeyen kız çocuklarının öldürülmesi âdeti hiçbir Türk toplumunda görülmemişti. Çocuklar üzerinde baba kadar ananın da hakları olduğu kabul edilirdi. Mülkiyet bakımından da kadın eşit haklara sahipti. (3)
Osmanlıya baktığımızda ise özellikle Mısır’ın fethinden sonra , Arap toplumunun kural ve geleneklerinin toplumun üzerindeki etkisi arttığını görmekteyiz. Buna, bazı din kurallarının hiçbir ilerlemeye imkân vermeyecek şekilde dar, yanlış ve donmuş yorumlara bağlanışı da eklenince, uygar dünyada görülen gelişmelerin tam aksine, kadının statüsü geriledikçe geriledi. O kadar ki, XIX. yüzyılda bile, İstanbul’da beyaz kadınların köle olarak eşya gibi alınıp satıldığı, çalışmaları resmî şekilde düzenlenmiş pazarlar vardı. (4) Bu pazarlar ancak 1848’de, köleliği yasaklayan milletlerarası anlaşmaların kabulü üzerine kapatıldı. Toplumsal yaşama baktığımızda ise, köle olmayan, “hür” kadınların durumu da hiç parlak sayılmazdı. Çünkü onlar da ikinci sınıf insan muamelesi görüyordu. Erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesi (poligami) ve dilediği zaman tek taraflı iradesi ile eşini boşayabilmesi; kadının kendi isteği dışında, temsil yoluyla evlendirilebilmesi; kız çocuğunun erkek çocuğa göre mirasta yarım hisse sahibi oluşu; mahkemede kadın şahidin ifadesinin, erkek şahidin verdiği ifadeye göre, yarı değerde sayılması; kız çocuklara ancak 7-8 yaşlarına kadar dua öğrenmek için okula gitme izni verilmesi ve daha ileri yaşlarda eğitim hakkından yoksun bırakılmaları; ancak bir avuç ayrıcalıklı kadının özel öğretmenlerle eğitim görebilmeleri; mesleklerin genellikle kadınlara kapalı oluşu ve benzeri eşitsizliklerin bir kısmı, XX. yüzyıla kadar sürüp geldi.
KADIN SORUNUNDA TANZİMAT SONRASI AYDINLARININ TEPKİLERİ
Gitgide güçlenen Avrupa karşısında İslâm dünyası geriliyor, birçok İslâm ülkesi batı sömürgeciliğinin pençesine düşüyordu. Osmanlı aydınları bu geri kalışın sebepleri üzerinde düşünmeye başlamışlardı. Buldukları sebeplerden biri de, nüfusun yarısını oluşturan ve çocuğun yetişmesinde çok etkili olan kadının eğitimden ve özgürlükten yoksun oluşu idi.
Tanınmış yazarlar, şairler, romancılar, kadının ezilmesine, horlanıp aşağılanmasına karşı mücadele açtılar. (5)
Şinasi, “Şair Evlenmesi”nde, görücü usulü ile evlenmenin zararlarına dikkati çekti.
Namık Kemal, “İbret” ve “Tasvir-i Efkâr” gazetelerinde kadın haklarını savunan ateşli makaleler yazdı. Roman ve piyeslerinde kadının dramını ortaya koydu.
Ahmet Mithat, çok kadınla evlenmeyi eleştirdi ve bu yüzden saldırılara uğradı.
Tevfik Fikret, “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer” diyerek sesini yükseltti.
Abdülhak Hami t, “Bir milletin kadınları o milletin ilerleme derecesinin ölçüsüdür” diye yazdı.
Hüseyin Rahmi (Gürpınar) eserlerinde kadın-erkek eşitsizliğini işledi.
Halide Edip, daha 1909 da, İkinci Meşrutiyetin getirdiği özgürlük ortamından yararlanarak, “Kadınların Yükselmesi (Taali-i Nisvan) Derneği”ni kurmuştu (6). Yabancı okullarda eğitim görme imkânı bulmuş çok az sayıdaki Türk kadınlarından biri olan Halide Edip, Tanin gazetesinde, bütün Türk kızlarının eğitime kavuşturulması için güçlü ve etkileyici makaleler yazdı. Romanlarında kadın-erkek eşitsizliğinin zararlı sonuçlarını, horlanan kadının acılarını ustalıkla işledi (7).
Ziya Gökalp, kadın hakları konusuna hem bilim adamı, hem sanatçı gözüyle eğildi. “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eserinde eski Türklerde kadının durumunu aydınlığa kavuşturdu. Somut öneriler getiren bir düşünür olarak kadın davasına büyük hizmetler yaptı.
Bütün bu düşünce akımlarının etkisiyle Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, kızların eğitimi konusunda sınırlı bazı adımlar atıldı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 1917’de, aile hukukuyla ilgili bir “Kanun Gücünde Kararname” çıkarıldı. Bu Kararname birden fazla kadınla evlenmeyi kaldırmak cesaretini göstermiyor, ancak kocanın ikinci bir kadınla evlenmesi halinde ilk eşine boşanma hakkı tanıyordu. Ayrıca, kadına, evlenme sırasında, mukavele ile “tek evliliği” şart koşma hakkım veriyordu. Belki birkaç aydın kadının yararlanabildiği bu sınırlı değişiklik bile bağnaz çevrelerin şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Hıristiyan ve Museviler de, kararnamede kendileri için özel hükümler bulunmasına rağmen, öteden beri kendi din adamları vasıtasıyla devletin tamamiyle dışında yürüttükleri aile hukuku alanında devletin düzenlemeler yapmasından hiç hoşnut olmadılar. Aile hukukunu lâikleştirme yolunda son derece sınırlı bir adım olan “Aile Hukuku Kararnamesi”, 1918’de Türkiye işgale uğrayınca, azınlıklara mensup din adamlarının isteği üzerine, işgal kuvvetleri tarafından yürürlükten kaldırıldı (8).
ATATÜRK, CUMHURİYET VE KADIN
Atatürk Meşrutiyet döneminin bütün düşünce akımlarım ilgiyle izlemişti. Ülke sorunlarını yakından incelemiş, bunlar üzerine de çok düşünmüştü. Kadını “ikinci sınıf” insan durumundan kurtarmanın zorunlu olduğu görmüştü.
Yüzyıllardır, yarım tedbirlerle bir yere varılamamıştı. Yarım tedbirlerle ne hukuk ne de eğitim çağdaşlaşabilir, ne kadın ne de ülke kurtarılabilirdi. Tek bir çıkış yolu vardı. Devlet yapısını, eğitimi, hukuku, kadının statüsünü lâikleştirmek, kimsenin dinî inancına ve vicdan hürriyetine karışmadan din ile devleti, din ile hukuku ayırmak; aklın ve çağın gerektirdiği yola girmek.
Atatürk’ün kadın hakları konusunda getirdiği büyük ve köklü değişiklikler, ancak akılcılığın ve lâikliğin benimsenmesiyle başarılabilirdi. (9)
1923 yılının Ocak ayında, Cumhuriyetin ilânından dokuz ay önce, Atatürk, İzmir’de halkla konuşurken kadın konusundaki düşüncelerini cesaretle açıklamıştır:
“… Bir toplum cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur… Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atâlette olursa, o toplum felce uğramış demektir. Bizim toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise, bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir. Kadının en büyük görevi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu görevin önemi tam olarak anlaşılır. Milletimiz güçlü bir millet olmaya azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir. Kadınlar toplum yaşamında erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır”.(10)
Atatürk’ün ülkeyi dolaşarak kamuoyunu kadın hakları konusunda yapacağı büyük değişikliğe hazırlamasından sonra, 4 Nisan 1926’da Medenî Kanun kabul edildi ve 6 ay sonra yürürlüğe girdi.
Medenî Kanuncun kadın haklarıyla ilgili olarak getirdiği değişikliklerin bazıları şunlardır:
— Birden fazla kadınla evlenme kaldırıldı.
— Evlenme akdinin, iki ergin şahit huzurunda, resmî nikâh memuru önünde yapılması esası kabul edildi. Resmî olmayan nikâh hukukî açıdan geçerli değildi. Resmî evlenmeden sonra, ayrıca, dinî nikâh kıyılması serbestti.
— Evlenmede kadın ve erkek için yaş sınırı getirilerek çok küçük yaşta evlenmeler kaldırıldı.
— Velilerin kızları adına evlenme akdi yapabilmeleri, onları “cebr” hakkına dayanarak zorla evlendirebilmeleri usulü kalktı. Temsilci yoluyla evlenme yasaklandı. (Evlenme yaşma gelmiş olmakla birlikte 18 yaşını doldurmamış olanların evlenebilmeleri için ana-babanın izninin aranması usulünün zorla evlendirme ile ilgisi yoktur. Ana-babanın iradesi, evlenen gencin iradesinin yerine geçmez. Bu iradeye eklenir. Amaç, gençlerin korunmasıdır).
— Şer’î hukukta boşanma yetkisi bir taraflı olarak kocaya tanınmıştı. Bu bir çeşit “kovma” hakkı idi. Koca boşanma kararını, eşine bir vekil aracılığı ile de bildirebilirdi. Kocanın dayanacağı boşanma sebepleri belirlenmiş, sınırlanmış değildi. Medenî Kanun, bu haksızlığa da son vererek, boşanma konusunda erkeğe tanınan hakları kadına da tanıdı. Gerekli şartlar varsa, kadın da, erkek gibi boşanma davası açabilecekti. Boşanmada keyfîlik kaldırıldı ve boşanmanın kanunda gösterilen sebeplerden birine dayalı olması zorunluluğu kabul edildi. Kanunda gösterilen sebeplerden birinin gerçekleşmiş olması halinde bile, eşlerden birinin, hatta ikisinin iradesi boşanma için yeterli değildi; boşanmaya hâkim karar verebilecekti.
— Boşanma halinde, kadının ve çocuğun haklarını güvence altına alacak hükümler getirildi.
— Evli kadının ekonomik haklarını daha iyi koruyan esaslar kabul edildi.
— Miras hukukunda cinsiyet ayrımı kaldırılarak kadın ve erkeğin eşitliği sağlandı. (11)
Medenî Kanun’u, Türk kadınına siyasî hakların verilmesi izledi. 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerinde, 5 Aralık 1934’te milletvekili seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. O yıllarda, henüz, Avrupa, Amerika ve Asya kıtalarındaki birçok ülkede kadınlar bu hakları elde edememişlerdi.
jBununla birlikte, asıl güç olan ve büyük cesaret isteyen adım, siyasî hakların tanınması değil, Medenî Kanun’un kabulü idi. Çünkü, kadının özel hukuktaki statüsünü yeniden düzenlemek; evlenme, boşanma, miras hukukunu değiştirmek, ancak hukuku, dinî temeller yerine lâik bir temele oturtmakla kabildi.(12) Şu gerçeği asla unutmamak gerek ki; din otoriteleri ile devleti çağdaşlaştırmak isteyen siyasî otorite arasındaki çatışma, çeşitli dalgalanmalarla, sürüp gitmektedir. Bu sorunu çözebilen, birden fazla kadınla evlenmeyi kesin şekilde yasaklayıcı bir kanunu yürürlüğe koyabilen, kız çocukla erkek çocuğu eşit hale getirebilen, boşanmada taraflara eşitlik sağlayabilen tek İslâm ülkesi, Türkiye’dir. Çünkü, lâiklik ilkesini kabul ederek, hukuku lâik temeller üstüne oturtabilmiş tek İslâm ülkesi, Türkiye’dir (13).
BİLGİNİN GÜCÜ İLE KADINLARIN IŞIĞI YENİDEN YANAR
Tüm bu bilgiler ışığında, toplumun yeniden dizaynının yapıldığı şu günleri tam da bu gerçeklerle değerlendirmenin en doğru yöntem olacağını düşünmekteyim.
Kadın bilinçli, kadın sokakta ve kadın kendi gücünün farkında olduğu sürece dönüşüm kadın üzerinden karanlığa değil, kadın eliyle aydınlığa olur.
İşte tam bu noktada Mersinli Kadınların fark yaratan eylemini hatırlatmak isterim. Eylem sonrasında Av. Şerife Arıcı Yıldız'ın açıklamaları da tüm bu yazının nedeni.
Demokrasi İçin Yurttaş Hareketinin öncülüğünde 11.10.2017 tarihinde gerçekleşen eyleme bir çok STK ve Kadın dernekleri destek verdi. Yurttaş Hareketi adına Av. Şerife Arıcı Yıldız, CKD Başkanı Muazzez Benzetsel ve üyeleri, ADD Başkanı Sacide Çerçi Uluğ ve üyeleri, Mersin Çevre Dostları Derneği Başkanı Suna Kılıççı ve üyeleri, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Üyeleri, Sosyal Demokrasi Derneği üyeleri, Pir Sultan Abdal Derneği üyeleri, CHP Kadın Kolları MYK Üyesi Av. Nevin Zaimoğlu gibi isimler fark yaratan eyleme imza attı.
İmamlara resmi nikah kıyabilme yetkisi veren ve pedofili evliliklerin önünü açan düzenlemeye tepki gösteren kadınlar, gelin duvaklarıyla Yenişehir Nikah Salonu gelerek nikah kıydıran çifti tebrik etti. Yurttaş Hareketi adına Avukat Şerife Arıcı Yıldız, nikahı kıyılan çifte medeni kanun kitapçığı hediye etti. Ve ardından şu açıklamayı yaptı:
"YURTTAŞTAN YURTTAŞA ÇAĞRI Türk kadını bir devrim yasası olan Türk Medeni Kanunu ile, çağdaşlarından çok önce erkekle eşit haklarla donatılmıştır. 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu kadınlarımızın medeni haklarının güvencesidir. Kanunla düzenlenen en önemli güvencelerden birisi de medeni nikahtır. 5 Ekim 2017’de kamuoyunda müftülere nikah yetkisi yasası olarak bilinen “Nüfus Hizmetleri Kanunu ve bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun” tasarısı içişleri komisyonundan geçmiştir. Türk Medeni Kanununa göre evlendirme memuru Belediye Başkanı veya onun bu işle görevlendireceği memurdur. Meclise sunulun kanun tasarısı ile müftülüklere de, yani müftü ve onun görevlendireceği imama da resmi nikah kıyma yetkisi verilmektedir. Bu yasa Türk Medeni Kanunu’na, Devrim Kanunlarını koruyan Anayasamıza ve laikliğe açıkça aykırıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı Yönergesinin 90. Maddesinde müftülerin görevi: İslam dininin ,itikat ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işlerini yürütmektir. Medeni nikahın dinle, din adamı ile bir ilgisi yoktur ve olmamalıdır. 2015 yılında resmi nikahtan önce dini nikah yapılmasının suç sayıldığı düzenleme kaldırılmıştı. Şimdi bu yasa teklifi ile bir adım daha ileri gidilerek, Devrim Kanunları ile kurulmuş olan laik sisteme ağır bir darbe vurulmak istenmektedir. Eğitim sistemine yapılan müdahalelerle laik eğitim tasfiye edilirken bu yasa ile medeni yaşamda da laiklik ortadan kaldırılmak istenmektedir. Çocuk evliliklerinin önü açılmak, çocuk istismarının üstü örtülmek istenmektedir. Bilinmelidir ki bundan sonraki adım evlilik yaşının düşürülmesi olacaktır. Belediye ve müftülük nikahı ikilemi toplumdaki ayrışmayı körükleyecek bir uygulamadır. Tüm bu sakıncaları bir yana, bu düzenleme ile Türkiye adım adım bir şer’i düzene dönüştürülmek istenmektedir. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığının yetki ve görevleri; eğitimden sağlığa adım adım genişletilmekte, günlük hayatımız diyanet işlerince düzenlenir hale gelmektedir. Müftü, imam nikahı yetkisi bu sürecin önemli bir aşamasıdır. Bizler laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti kadınları olarak bu oldu bittiyi kabul etmiyoruz! Cumhuriyetin, devrim kanunlarının, Türk Medeni Kanununun kazanımlarından vazgeçmiyoruz! MÜFTÜ-İMAMA RESMİ NİKAH YETKİSİNİ KABUL ETMİYORUZ ! Tüm yurttaşlarımızı ve meclisteki milletvekillerimizi bu konuda duyarlılığa, kanun teklifine itirazlarını tüm demokratik yollarla Türkiye Büyük Millet Meclisine iletmeye çağırıyoruz."
Kadınlar susmayacak ve kendilerine tanınan tüm haklarına sonuna kadar sahip çıkacak. Aydınlık bir gelecek Kadınların Işığıyla mümkün.
M. Gülşah ARSLAN
KAYNAKÇALAR: (http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-06/ataturk-ve-kadin-haklari-2)
(1) Enver Ziya Karal, “Atatürk ve Kadın Sorunu” {Atatürk ve Devrim, Konferans ve Makaleler, Ankara 1980), s. 118
(2) Aynı eser, s. 118.
(3) Enver Ziya Karal, age., s. 119-120; Emel Doğramacı Türkiye’de Kadın Hakları, Ankara 198a, s. 3
(4) Daha geniş bilgi için bk. Enver Ziya Karal, age., s. 121-122.
(5) Emel Doğramacı, age., “Bazı Örneklerle Türk Edebiyatında Kadın” bölümü, s.23-80.
(6) Bu dernek ve İkinci Meşrutiyetten sonra kadınlarımızın dernek kurma ve yayın faaliyetleri hakkında, bk. Gülgün Bolat, “Cumhuriyet Öncesi Kadın Dernekleri”(Atatürk ve Kadın Hakları, Kadın Dernekleri Federasyonu ve Gönüllü Kuruluşlar. Ankara 1983, s. 177 ve devamı).
(7) Halide Edib’in bu konudaki çalışmaları ile ilgili değerlendirmeler için, Emel Doğramacı, age., s. 53-71.
(8) Daha geniş bilgi için Ebul’üla Mardin’e Armağan adlı eserde Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun “Aile Hukukumuzun Tedaini Meselesi” başlıklı incelemesine ve Ömer Lütfü Barkan’m “Türkiye’de Din ve Devlet İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi” başlıklı bildirisine (Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Semineri, Ankara 1975, s. 97) bakılabilir.
(9) T. Feyzioğlu, age., s. 192-207.
(10) 31 Ocak 1923, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, 2. baskı, Ankara 1959, 85-86.
(11) Bu konularda ayrıntılı bilgi bütün Medenî Hukuk kitaplarının Aile ve Miras Hukuku bölümlerinde bulunabilir. Ayrıca bk. Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1976; Emel Doğramacı, age., s. 87; E. Akyüz, “Atatürk’ün Aile Hukukuna İlişkin Devrimleri” {Atatürk Devrimleri ve Eğitim Sempozyumu, Ankara 1981) s. 81-93.
(12) Bu adımın güçlüğünü, derin anlamını, inkilâpçı karakterini ve tamamlanması gereken yönlerini Prof. Dr. Nuşin Ayiter, çok iyi belirtmiştir. (Bk. “Atatürk ve Kadın Hakları,” Türk Dili, Mayıs 1981, sayı. 353). Sadık Rıfat Paşa, Tanzimat Fermanı’ndan beş yıl sonra, Stratford Canming’e siyasî konularda reform yapabileceğini, fakat dine dayalı kanunlara dokunmaya, Padişah dahil, hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini söylemişti (Bernard Lewis, age., s. 101).
(13) Turhan Feyzioğlu, age., s. 185-302.