Küreselleşme iyi bir şey mi, kötü mü, pek anlaşılır değil. Bir yandan dünyayı büyük bir pazara dönüştürüp bizi kıyasıya rekabet ettiriyor, tükettikçe tükettiriyor diğer yandan dünyayı ayaklarımızın altına seriyor insanları birleştiriyor, görece demokratikleştiriyor. Çevre ve sağlık bilinci açısından değerlendirdiğimizde, küreselleşme bizim gibi ülkelerde bir tür batılılaşma etkisi gösteriyor.
Siyasilerin ekonomik nedenlerle batıya entegrasyon çabaları, belki de kimyasal kullanımını sınırlayan, dönüştürülebilirliği ve atık rejimini önemseyen batılı üretim anlayışının ülkemize de yavaş yavaş yerleşmesine neden olacak.
Batı dünyası, pazarlamada ekolojik argümanları sıkça kullanmakta. Ürünlerinin çevreyi kirletmediğini ve atıkların çevre yararına değerlendirildiğini reklam aktivitelerinde adeta tüketicilerin gözlerine sokmaktalar. Avrupa Birliği, çevre ajansları ve çevre direktifleriyle kapitalizmin çevre üzerindeki olumsuz etkileriyle mücadele ederken başlangıçtaki “kirleten öder” mantığıyla yetinmeyip “eko-etiket” ve “eko-denetim” gibi zorlayıcı unsurları da devreye sokarak devletleri disiplin altına almayı başardı. Amaç, havayı suyu ve toprağı korumak. Belki hedef daha büyük; var olmak.
Hastalık koşullarında aklımıza getirdiğimiz “Sağlık her şeyin başı” deyimi var olmanın ilk şartını çok güzel vurgular. Artık sağlıklı yaşam için temiz hava, temiz toprak ve temiz suya dördüncü bir faktör eklendi; “temiz gıda”. Ya da çok bilinen adıyla “sağlıklı beslenme”. Nüfus artışıyla artmak zorunda olan tarım üretimi, gücü elinde bulunduranlar aracılığıyla ne yazık ki çareyi GDO’lu üretim ve kimyasal mücadelede buldu. İnsan yaşamında 30-40 yıl uzun süre; ancak aklı selim, insanlığın bu süreçte bozulan sağlık dengesini yani özürlü sayısındaki artışı, kanser hastalığının yaygınlaşmasını ve bir alerji yüzyılının başlamak üzere oluşunu çabuk fark edip temiz gıda üretimine çözüm buldu; organik üretim.
Gerçi organik üretim, toprakları tüm ülkelerden önce bozulmaya başlayan kapitalizmin dominantı ABD’de 50’li yıllarda münferit uygulamalarla çoktan başlamıştı ama bunu standartlarla çerçevelemek batı uygarlığının diğer ülkelerinin de sahiplenmesini gerektirdi. 70’lerde Almanya’da Bioladen’lerle başlayan günümüze kadar tüm Avrupa’ya yayılan süreç böyle başladı.
Yerleşim alanlarının, otoyolların ve konvansiyonel üretiminin uzağında kimyasal ilaç kullanmadan kurallara dayalı tarım yapmak gerekiyordu. Organik üretim’in hem dünyayı ele geçirmiş konvansiyonel ürünlerle birlikte yürütülebilmesi (zira toprakların hemen dönüşmesi ve bir anda konvansiyonel üretimden vazgeçmek imkansızdı) hem de ayırt edilebilmesi gerekliydi. Bunun için onay yetkisi kanunlarla çerçevelenerek özel kuruluşlara verilmiş bir çözüm bulundu; sertifikasyon. Tüm organik üretim süreci ekim aşamasından hasada kadar takip edilmeli, bir belgeyle de sabitlemeliydi. Böylece organik tarım eşittir yönetilebilir tarım haline dönüştü.
Artık anneler bebeklerine konvansiyonel tarım ürünleri yedirmek istemiyorlar. Organik tüketen insanlar lezzetleri yeniden yakaladıklarını düşünüyorlar. Mahallelerde organik ürün satan mağazaların sayısı her gün artıyor. İstisnaları saymazsak ülkemizde Şişli organik pazarıyla 9 yıl önce başlayan organik tüketim bilinci, onlarca organik semt pazarı ve sayıları 50’ye yaklaşan organik mağaza’ya ve yüzlerce organik e-marketin var olmasına yol açtı.
Sorumlu bireyler olarak üzerimize düşen, organik tüketerek organik üretimi teşvik etmeliyiz. Organik üretimin toprağımızı dolayısıyla yeraltı sularımızı koruduğunu unutmamalıyız. Organik tüketerek bozulan ekosistemi düzeltmeye katkıda bulunduğumuz gibi kendi bağışıklık sistemimizi de güçlendirerek zamansız ölümleri azaltırız. Son tahlilde hiç unutulmamalıdır ki organik tüketimi de sertifikalı ürünlerle sürdürmeliyiz.