Avukatlar, Anayasa Mahkemesi`nin (AYM) “hak ihlali” kararına karşın tahliye edilmeyen Türkiye İşçi Partisi`nden (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay ve “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklanan avukat Gülhan Kaya için İstanbul Adliyesi önünde açıklama yaptı. Anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, “Yargıtay 3. Ceza Dairesi`nin karar vermiş olduğu dosyalar, adil yargılanma hakkı gerekleri ışığında yeniden ele alınmalıdır, değerlendirilmelidir. Çünkü bu kadar açık bir Anayasa`ya aykırı karar veren bir dairenin diğer kararlarının sağlıklı olmasını düşünmek akla ve mantığa uygun düşmez” dedi.
Geçen 14 Mayıs`ta yapılan genel seçimlerde TİP`ten Hatay Milletvekili seçilmesine ve AYM`nin “hak ihlali” kararına karşın cezaevinden tahliye edilmeyen Gezi Parkı davası tutuklusu avukat Can Atalay ve “örgüt üyeliği” iddiasıyla geçen haziran ayında tutuklanan avukat Gülhan Kaya için meslektaşları, Çağlayan`daki İstanbul Adliyesi önünde bugün açıklama yaptı. “Savunma susturulamaz. Avukat Gülhan Kaya`ya özgürlük”, “Can Atalay Meclis`e” ve “Can Atalay`a özgürlük” yazılı pankartların açıldı.
“ANAYASANIN EMREDİCİ VE YASAKLAYICI HÜKÜMLERİ VAR”
Anayasa hukukçusu ve eski CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, elindeki Anayasa kitabıyla konuştu. Kaboğlu, şunları söyledi:
“1982 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti`nin yürürlükte olan anayasasıdır. Bu Anayasa`nın amir hükümleri var, emredici hükümleri var. Herkes için geçerli, herkes için emredici hükümleri var. Bu Anayasa`nın, Anayasa`nın belli organlarına yönelik emredici hükümleri var. Mesela madde 11, herkes için bağlayıcı olduğunu öngörür Anayasa`nın. Diğer bazı maddeler, mesela madde 138, hakimlerin ne yapacağını emreder. Madde 153, bütün yargı mensuplarının nasıl davranması gerektiğini öngörür. Anayasa`nın bu tür hükümleri yanında, emredici hükümleri yanında bir de yasaklayıcı hükümleri var. Mesela madde 6, egemenlikle ilgili maddede, kaynağını Anayasa`dan almayan hiçbir yetki kullanılamaz. Hiçbir makam ve organ, kaynağını Anayasa`dan almayan yetkiyi kullanamaz biçiminde yasaklayıcı hükümleri var. Demek ki emredici hükümleri, bir de yasaklayıcı hükümleri var. Emredici hükümlerine karşı hiç kimsenin bir şeyi söyleyememesi söz konusudur; başta Cumhurbaşkanı`ndan başlayarak dağdaki çobana kadar. Yasaklayıcı hüküm de herkesi bağlar. Ne Cumhurbaşkanı ona aykırı davranabilir ne Türkiye Büyük Millet Meclisi ne de başkaları.
“EMREDİCİ HÜKÜMLER İHLAL EDİLDİ”
Şimdi bu yasaklayıcı hükümler karşısında bir de anayasanın yoruma açık hükümleri var. Şimdi burada tanık olduğumuz husus, Anayasa`nın yasaklayıcı hükümlerinin ihlal edilmesi, emredici hükümlerinin ihlal edilmesidir. Yani Anayasa Mahkemesi bir karar vermiştir. O kararın gerekleri, Anayasa madde 153 sona göre bütün yargı organları için bağlayıcıdır, yerine getirilmek durumundadır. Bu yerine getirilmemiştir fakat bu yerine getirilmediği gibi muhatap organlar, ki şu anda Yargıtay 3. Ceza Dairesi`dir. Anayasa`nın 6. maddesinin yasaklayıcı hükme aykırı olarak bir çağrıda bulunmuştur, o da suç duyurusunda. İkisi de aslında ne yerine getirmemek ne de suç duyurusunda bulunmak, Anayasa dışıdır. Anayasa ile, Anayasa diliyle, Anayasa metniyle konuşulabilir ve açıklanabilir değildir. Bu bakımdan dün geceden bu yana yapılan konuşmalarda farklı görüşler öne sürülmüş olabilir. İçerik olarak karar neydi, karar nasıl verildi, karar ne zaman verildi gibi açıklamalar yapıldı ama burada sorun bir içerik sorunu değildir. Burada sorun, aslında anayasal düzeni tanıyıp tanımamaktır.
“ANAYASA MAHKEMESİ, TUTARLI BİR KARAR VERDİ”
Anayasal düzen, Anayasa`nın emredici hükümlerinin muhatabı organlar tarafından tanınıyor mu? Yasaklayıcı hükümler yine muhatap olan organlar tarafından tanınıyor mu, tanınmıyor mu? Şimdi bu açıdan bakıldığı zaman hiç içerik tartışmasına kararda ne vardı, ne yoktu, buna girmeye gerek yok. Çünkü burada tartışmanın merkezinde yer alan 14. madde, anayasal düzene ilişkin maddeye karşı yani anayasal düzenin kaldırılmasına dair ciddi bir kalkışma söz konusu. Bu açıktır. Bu açık olduğu için emredici hüküm ve yasaklayıcı hüküm karşısında kararın içeriğine İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi başkanının yetkisi olmadığı hâlde heyeti aşıp Yargıtay 3. Ceza Dairesi`ne havale etmesine, Yargıtay 3. Ceza Dairesi`nin başsavcılıktan görüş istemesi ve onların hiçbir biçimde Anayasa`da yer almayan yetkilerini kullanması ve nihayet en son dün akşam itibarıyla Yargıtay 3. Ceza Dairesi`nden böyle bir karar çıkmış olması, esasen artık içeriye girmemizi gerektirmeyecek bir durumdur. O çoktan aşılmıştır çünkü burada biz Anayasa Mahkemesi`nin kararlarını tartışma konumunda değiliz. Çünkü Anayasa Mahkemesi, iki hafta önce bu konuda karar verdi, Can Atalay konusunda karar verdi. Anayasal çerçevede, anayasanın birçok maddesini yorumlayarak sistematik bir karar verdi. Kendi önceki kararlarıyla tutarlı bir karar verdi ve sonuç belli.
“KARAR, BAZILARINI RAHATSIZ ETMİŞ OLABİLİR”
Şimdiye kadar Can Atalay`ın çoktan Meclis`teki görevine başlamış olması gerekirdi ama bu yapılmadı ve yapılanların neler olduğunu perde arkasında dün akşam itibarıyla gördük. Anayasa Mahkemesi dün de bir karar verdi. Sansür yasasıyla ilgili olarak bir karar verdi. Aslında biz bu maddeyi hemen 18 Ekim 2022 günü kanun çıkar çıkmaz, diğer anayasaya aykırı maddelerden ayırarak bu maddenin önemi nedeniyle hemen aynı gün Anayasa Mahkemesi`ne götürdük. Yalnızca bir madde için 40 sayfa yazdık. Anayasaya aykırı idi. Anayasa Mahkemesi bir yıl bekledi ve 8 üye ‘Hayır, anayasaya uygundur` dedi. Anayasa Mahkemesi kararı yanlıştır, eleştiriyoruz fakat bir kararın eleştirilmesi başka şeydir, o kararın gereğinin yerine getirilmesi başka şeydir. O nedenle bunun gibi iki hafta önce Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiş olan karar, bazılarını rahatsız etmiş olabilir. Her karar herkesi memnun etmek durumunda değildir. Anayasa Mahkemesi, hukukun dediğini, anayasanın emrettiğini kararına yansıttı. Dolayısıyla onu eleştirmek başka şeydir, onun gereğini yerine getirmek yerine ona başkaldırmak başka bir şeydir.
“TÜRKİYE`DE PARALEL YÖNETİM Mİ VAR SORUSU GÜNDEME GELİYOR”
Şimdi bu, tarihimizde ilk kez tanık olduğumuz bir durumdur ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik ciddi bir girişimdir, yargı girişimidir fakat bununla sınırda tutarsak sözlerimizi, konu anlaşılmış olmaz. Şöyle ki mesela anayasanın uygulanmasını, düzenli bütün kurumlar tarafından uyumlu uygulanmasını sağlama yetkisi cumhurbaşkanına aittir. Madde 104`e göre cumhurbaşkanı, devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti`ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasa`nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder. Burada uyum bozulmuştur. Uyum bir yana, Anayasa askıya alınmıştır ama Cumhurbaşkanı, Anayasa`nın doğrudan muhatabı olan yalnızca Cumhurbaşkanı`na verilen bu yetki, 24 saattir kullanılmamaktadır. Tam tersine Cumhurbaşkanı makamında, sarayında oturanlar veyahut da başka bürokratlar, Adalet Bakanı gibi farklı açıklamalarda bulunmaktadırlar. O zaman acaba Türkiye`de bir paralel yönetim mi vardır, bir anayasal yönetim ve onun etrafında bir paralel yönetim mi vardır sorusu gündeme geliyor.
“PARLAMENTO ÖNÜNDE SORUMLU HÜKÜMET OLSAYDI ANAYASA KARŞI GİRİŞİM SUÇU İŞLENEBİLİR MİYDİ”
Bu soruyu yanıtlamak için tam tamına 6 yıl öncesine gidiyoruz. 16 Nisan 2017`de oylanan anayasal kurgunun parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütmenin Türkiye`ye getirdiği eşiğe dikkat çekmemiz gerekiyor. Eğer parlamento önünde sorumlu bir hükümet olsaydı, siyaseten sorumlu bir yürütme olsaydı acaba böyle bir Anayasa`ya karşı girişim suçu işlenebilir miydi? Bu soru, ciddi bir sorudur. Ben bu sorunu nasıl aşacağız biçiminde bir soruyu sormayacağım ama bu çerçevede birincisi şu. 3. Ceza Dairesi, Anayasa`nın yasaklayıcı ve emredici hükümlerine bu denli açık bir karar verdiğine göre, acaba baktığı dosyalarda vermiş olduğu kararlar ne ölçüde adil yargılanma hakkının gereklerini yansıtmaktadır? Bunu sorgulamak, zannediyorum bütün yurttaşların hakkıdır. Türkiye barolarının ise özellikle görevidir.
“MUTLAK İKTİDAR, MUTLAK BİR ÇÜRÜME SONUCUNU DOĞURMUŞTUR”
Yani o dosyalar, 3. Ceza Dairesi`nin karar vermiş olduğu dosyalar, adil yargılanma hakkı gerekleri ışığında yeniden ele alınmalıdır, değerlendirilmelidir. Çünkü bu kadar açık bir Anayasa`ya aykırı karar veren bir dairenin diğer kararlarının sağlıklı olmasını düşünmek akla ve mantığa uygun düşmez ama biz bu sorgulamayı yaparken, yargıya yönelik sorgulamayı yaparken esasen sorgulamak durumunda olduğumuz husus şudur. Anayasa`nın bu üstün hükümleri, yani saydığım 11, 6, 138, 153. maddesi ve diğerleri yanı sıra tabii ki `Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan demokratik ve laik bir hukuk devletidir` biçimindeki madde, esasen Anayasa`nın demokratik bir anayasa olma özelliğini şu ya da bu biçimde yansıtan maddelerdir. Biliyoruz ki 2017 anayasa değişikliğiyle, bu demokratik Anayasa hükümleriyle bağdaşmayan bir yürütme organı oluşturulmuştur. Yürütme organı, bütün yetkiler devlet yetkileri ve yürütme yetkileri bir kişiye verilmiştir ve o kişi de parti başkanı olmuştur. İşte o günden bugüne devlet içerisinde paralel yapılanmalar, paralel akımlar oluşmaya başlamıştır. Mutlak iktidar, mutlak bir çürüme sonucunu doğurmuştur. Bu bakımdan eğer biz bu yaşamış olduğumuz darbe karşısında, anayasal darbe karşısında, anayasal düzenin ortadan kaldırılmasına yönelik girişim karşısında orman yerine ağaca odaklanırsak o zaman bu tür darbeler art arda sıralanabilir.
“ANAYASAL DÜZENE BAŞKALDIRI KARŞISINDA SESSİZ KALINMAKTADIR”
Paralel bir çalışma yürütmek durumundayız. Doğrudan doğruya 3. Ceza Dairesi`nin kararlarının gözden geçirilmesi en başta ama Türkiye`nin demokratikleştirilmesi için acilen anayasa değişikliği yoluyla Meclis önünde siyaseten sorumlu bir hükümetin öngörülmesi, yeniden kurulması için demokratik hedefe odaklanmak. Çünkü Türkiye`de parlamento dışında tek siyasal organ var. O da tek kişiye indirgenmiş bulunuyor ama o tek kişi de parti başkanı olduğu için Cumhurbaşkanı`nın temsil ettiği görev ve yetkileri kullanmaktan çok parti görevli yetkilerini kullanmaktadır. Bu bakımdan böyle bir anayasal düzene başkaldırı karşısında sessiz kalınmaktadır. Hedefimiz hem hukuktur, adil yargılanma haklarının gereklerinin tesisi için bütün Türkiye Barolar Birliği olmak üzere harekete geçmesi, ikinci olarak hedef Türkiye`ye anayasal demokrasinin getirilmesi için demokrasiye odaklanmaktır. Bu da bütün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının görevidir. Yolumuz açık olsun.”
SEVERAL BALLIKAYA: AVUKATLAR, HALKIN HAKKINI SAVUNDUKLARI İÇİN İKTİDARIN HEDEFİNDE OLDULAR
Avukat Several Ballıkaya da yaşanan hukuksuzluklara dikkat çekerek şunları dile getirdi:
“Gülhan Kaya ve Can`da somutlaşan hukuksuzluklar, bizim defalarca kez başka meslektaşlarımız için bu meydanda buluşmamıza neden oldu. Bazen avukatlar için, bazen insan hakları savunucuları için, bazen müvekkillerimiz için bu meydanda sık sık bir araya geldik. Meslek yaşamımızın tümüne yayılan bir süreçte avukatların gözaltı, tutuklama ve ev baskınlarıyla ilgili birçok soruşturmaya konu olduğu dönem yaşadık. Çünkü biliyoruz ki avukatlar, iktidarın hak arama özgürlüğünün temsilcisi oldukları için, halkın haklarını savundukları için iktidarın hedeflerinde oldular ve bundan sonra da olmaya devam edecekler. Bu nedenle bu kapsamda olmak üzere 2011 yılında başlayan Asrın Hukuk Bürosu merkezli olmak üzere Kürt avukatlara yönelik başlatılan operasyon, daha sonra Halkın Hukuk Bürosu, Çağdaş Hukukçular Derneği, Özgürlükçü Hukukçular Derneği, Ezilenlerin Hukuk Bürosu olmak üzere avukatlara yönelik çeşitli şekillerde sürdü ve hâlen bu biçimde devam ediyor. Meslektaşımız, arkadaşımız, dostumuz Gülhan Kaya`nın tutukluluğu da bu operasyonların devamı olan operasyonlardan biridir. Gülhan aktif olarak avukatlık yapıyor. Adliyede, cezaevlerinde avukat olarak hakimlerin karşısında. Duruşmalara gidiyor. Yaşadığı, çalıştığı yer somut olarak belli. Buna rağmen 9 Haziran 2023 tarihinde silahlı polislerce evine yapılan baskında gözaltına alındı. Adliyeye sevk edilerek tutuklandı.”
SEFA YILMAZ: YARGITAY, ÜST MAHKEMEYİ TEHDİT ETTİ
Son olarak İzmir Baro Başkanı Sefa Yılmaz, Yargıtay`ın kararının hukuk tarihine kara bir leke olarak düştüğünü vurguladı. Yılmaz, şöyle konuştu:
“Dün Yargıtay 3. Ceza Dairesi`nin vermiş olduğu bir kararla sarsıldık. Gerçekten sarsıldık çünkü böylesi bir karar, cumhuriyet tarihinde hiç görülmedi. Kararın gerekçesini meslektaşlarım okumuştur. Sonuç kısmına doğru söylenen bir cümle var orada. Diyor ki, ‘Anayasa Mahkemesi`nde hak ihlaline ilişkin bu karara evet diyen üyelerim kendilerini tehdit ettiğini` söylüyor. Yani bir üst mahkemenin üyeleri, yine bir üst mahkemenin üyelerini kararlarıyla tehdit etmişler. Böylesi bir ifadeden bahsediyoruz. Yargıçlar, mahkemeler vermiş oldukları kararlar ile konuşurlar. Ne kadar tarafsız ya da bağımsız olduklarını, vermiş oldukları kararlarda ifade ederler. Gerek 13. Ağır Ceza Mahkemesi gerek 3. Ceza Dairesi Yargıtay`ın, vermiş oldukları kararlarda ne kadar bağımlı ve ne kadar taraflı olduklarını adeta haykırmışlardır.
“2017`DEKİ DEĞİŞİKLİK FETÖ YÖNTEMİYDİ”
Hukuk tarihinde bir ilktir bu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bizler her zaman hukukun üstünlüğünü savunan, insan haklarını savunan, temel hak ve özgürlükleri savunan ve demokrasinin temel değerlerini savunan avukatlar olarak, hak mücadelesi veren avukatlar olarak, barolar olarak böyle bir kararın varlığını kabul etmemiz ve buna boyun bükmemiz asla mümkün değil. Şimdi bu karar çerçevesinde de ne yapılması gerekiyor? Barolar Birliği`yle bu konuyla ilgili çalışmalar yapıyoruz ancak bu, anayasal bir durum. Aslında 2017`de yapılan değişiklik, bugünün hazırlığı idi. 2017`de yapılan değişiklik, artık seçilmiş milletvekillerinin ya da bakanların görev aldığı bir hükümet sistemi değil, partili ve atanmış bakanların ve cumhurbaşkanının yer aldığı bir sistem olarak dizayn edilmişti. Aslında bu bir FETÖ yöntemiydi. Daha önce FETÖ tarafından kullanılan bu yöntemler, bugünkü siyasal iktidar tarafından da aynen kullanılmaya devam ediyor.
“EGEMENLİK, SARAYA YENİDEN VERİLMEK İÇİN ÇABALANIYOR”
Ne yapılıyor, hukuk üzerinden toplum dizayn ediliyor. 100 yıl önce egemenlik, saraydan alınıp halka verilmişken bugün 100 yıl sonra egemenlik, halktan alınıp saraya yeniden verilmek için çaba sarf ediliyor. Bununla ilgili de ciddi yollar alınmıştır. İşte biz hukukçular olarak, barolar olarak elbette böyle bir yapılanmanın karşısında bugüne kadar olduk. Hak mücadelesine devam ettik ve bundan sonra da bu mücadeleye devam edeceğiz. Bizler bugün İzmir`den, yönetim kurulundan da arkadaşlarla birlikte geldik. Gülhan Kaya`nın duruşmasına katılıp kendisine buradan destek vermek istediğimizi ifade etmek istiyorum.”