CHP İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, haftalık değerlendirme raporunda, “İktidar ve ittifak ortağı, danışıklı şekilde sergilediği zam senaryosuyla 4 milyon memuru kök maaşına ve emekliliğine yansıtmaksızın seyyanen zamla aldatırken, milyonlarca memur, işçi, esnaf ve çiftçi emeklisini insanlık dışı ücretlere mahkûm etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ocakta yüzde 15 olarak ilan ettiği ‘refah payı` artışını, temmuzda yüzde 5`e indirerek 16 milyon emeklinin refahından yüzde 10`u elinden aldı. Seçim kampanyasında bütçe ve hazinenin olanaklarını sonuna kadar kullanarak devletin kasasını boşaltan iktidar, seçim sonrası meydanlardaki vaatlerini unutup boşalttığı kasayı tekrar doldurmanın yükünü toplumun sırtına bindirdi” dedi.
CHP`li Erdoğan Toprak, haftalık değerlendirme raporunu bugün yayınladı. Toprak`ın değerlendirmeleri şöyle:
“CAN ATALAY`IN TAHLİYE TALEBİNİN REDDEDİLMESİ DEMOKRATİK SEÇİM SONUCUNUN YOK SAYILMASIDIR”
“Hatay Milletvekili seçilen Gezi Davası tutuklusu Can Atalay`ın tahliye talebinin Yargıtay tarafından reddedilmesi, demokratik seçim sonucunun yok sayılmasıdır. Bu karar, yargı hiyerarşisini sarsıcı niteliktedir. Avukat Can Atalay`ın tahliye talebinin yaklaşık 2 ay Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında bekletildikten sonra Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından reddedilmesi anayasamızın temel hükümlerinden birisi olan Hukuk Devleti ilkesinin açık şekilde ihlâl edilerek çiğnenmesi, anayasa ve hukuk güvencesinin herkes için tartışılır hale getirilmesidir. Hukuksuzluğun sıradanlaştığını, seçmen iradesinin ve demokratik seçimin sonuçlarının yok sayıldığını gösteren bu karar, yüksek yargı kararlarının keyfi şekilde uygulanmaması konusunda yerel ilk derece mahkemelerini cesaretlendirici bir mesaj niteliğindedir.
“VEKİLLERİN HAKLARININ KORUNMASINDA GERİ PLANDA KALMANIN YEĞLENMESİ KABUL EDİLEMEZ BİR TAVIRDIR”
Yargıtay 3. Ceza Dairesi`nin itiraz yolu açık olmak üzere tahliye talebini ret kararına gerekçe gösterdiği Anayasanın 14. Maddesi ile ilgili olarak, AYM tarafından daha önceki davalarda verilen kararlarda, ‘14. Maddenin hak ve özgürlükler lehine olacak şekilde dar biçimde yorumlanması gerektiği ve TBMM`nin bu konuda somut yasa düzenlemesi yapması gerektiğine` hükmedildiği halde, AYM`nin bu emsal kararı da dikkate alınmadı. Dolayısıyla Yargıtay ceza dairesi, AYM içtihadının aksine anayasanın bu hükmünü ‘en geniş` şekilde yorumlamayla tahliye talebini reddederken AYM kararlarını, Yargıtay Ceza Genel Kurul içtihatlarını ve YSK`nın kararlarını hiçe saymaktadır. Anayasanın ihlali anlamına gelen bu karar öncesinde TBMM Başkanlığı`nın seçilmiş bir üyesi için yasal ve hukuki inisiyatif almaması, benzer durumlarda eski TBMM başkanlarının sergilediği tavra rağmen Yargıtay nezdinde yasama organının hukukunu savunmaktan kaçınması üzücüdür. Anayasamızın güçler ayrılığı ilkesi çerçevesinde yasama, yürütme, yargı kurumlarının karşılıklı konumuna rağmen, yasama organının üyesi olan seçilmiş vekillerin haklarının korunmasında geri planda kalmanın yeğlenmesi başlı başına kabul edilemez bir tavırdır.
“SANAT VE SANATÇI DÜŞMANLIĞI HİÇBİR ÜLKEYE VE İKTİDARA YARAR SAĞLAMAZ”
İstanbul Feshane Sanat Merkezi`nde 300 sanatçının 400`den fazla eserinin yer aldığı sergi basılıp, eserler tahrip edilmek istendi. Dini hassasiyetler, ecdada saygısızlık, Türk aile yapısını tahrip vb. gerekçeler ileri sürenler sanatın yasaklanmasını istiyor. Sanat ve sanatçı düşmanlığı hiçbir ülkeye ve iktidara yarar sağlamaz. Geçen yıl ve önceki yıl, bazı derneklerin, grupların talepleriyle yapılan siyasi baskılarla valiler ve kaymakamlar, yerel yönetimler yasak kararları aldı. Bu yıl da benzer girişimlerin başlatıldığına tanık oluyoruz. Son örnek Balıkesir`de yaşandı. Kendilerine Balıkesir Sivil Toplum Platformu adını veren ve aralarında vakıfların, iş insanı derneklerinin, bazı partilerin yan kuruluşlarının da yer aldığı 25 dernek dört günlük festival ve konser programının iptal edilmesi, bazı sanatçılara konser verdirilmemesi talebiyle bildiri yayınlayıp, Büyükşehir Belediyesi`ne tehditler savurdu. Belediye Başkanlığı ülkemizin önde gelen sanatçılarının yer aldığı konserleri iptal etti.
“BALIKESİR`DEKİ PLATFORMUN AMACINA ULAŞMASI BENZER GİRİŞİMLERE ÖRNEK OLDU”
Şenlik ve konserlerin inançlara, aile yapısına, örf ve adetlere aykırı olduğunu, ahlaksızlığı özendirdiğini öne süren bu platformun amacına ulaşması, diğer il ve ilçelerde de benzer girişimlere örnek oldu, cesaretlendirdi. Art arda festival, konser, sanatçı yasakları için talepler, çağrılar yapılıyor. İl yöneticileri, belediyeler baskı altına alınıyor ya da yayınlanan bildirilerle tehdit ediliyor. Sanatçıların konserleri, işlerini yapmaları, sanatlarını icra etmeleri engelleniyor. İBB tarafından restore edilerek İstanbul`un kültür ve sanat yaşamına, sanatçılara kazandırılan, halkın hizmetine sunulan Feshane`de açılan bir sergi; yakıp yıkma tehditlerine, baskın girişimlerine maruz kaldı. Ülkemizin önde gelen ressam, heykeltraş sanatçılarını bir araya getiren, 300 sanatçının 400`den fazla eserinin sergilendiği bu etkinlik, kendilerini ülkenin ve halkın inanç ve ahlak bekçisi, belirleyicisi gibi gören dernekler, kişiler tarafından basılmak istendi. Sergi alanına girilerek, eserlerin tahrip edilmesi güvenlik güçlerince engellendi.
“ERDOĞAN, AB`DEN BEKLENTİLERİNDEN SÖZ EDERKEN ÜLKENİN DÖRT BİR YANINDA FESTİVAL, KONSER YASAKLARI UYGULANMASI NASIL İZAH EDİLEBİLİR”
Asıl üzücü olan Feshane Kültür-Sanat Merkezi`nin yer aldığı Eyüp ilçesinin AKP`li Belediye Başkanı`nın ve İBB`deki AKP Grubu sözcüleri ve üyelerinin de bu girişimlere destek vermesi, sahip çıkması. Yaşananlar karşısında iktidarın suskunluğu, Kültür ve Turizm Bakanlığı`nın, İçişleri Bakanlığının sessizliği ayrıca dikkat çekici. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye`nin AB`ye tam üyelik sürecinin canlandırılmasından, AB`den beklentilerinden söz ederken, ülkenin dört bir yanında, sahil ve tatil beldelerinde festival, konser yasakları uygulanması, sanatçıların linçe varan tehditlerle karşılaşması, konserlerin iptal edilmesi, iktidarın da sessiz kalarak tüm bunlara örtülü anlamda destek vermesi nasıl izah edilebilir? Yıllardır her cumartesi akıbetinden haber alamadıkları evlatlarını anmak için bir araya gelen, onların resimleriyle oturarak acılarını dile getiren annelerin ve onları izleyen gazetecilerin her seferinde ters kelepçeyle gözaltına alınıp, bir gün sonra serbest bırakıldığı bir Türkiye`yi yönetenlerin AB`ye girme hedefinden ve niyetlerinin ciddiyetinden, içtenliğinden söz edilebilir mi?
“İKTİDAR, MİLYONLARCA MEMUR, İŞÇİ, ESNAF VE ÇİFTÇİ EMEKLİSİNİ İNSANLIK DIŞI ÜCRETLERE MAHKÛM ETTİ”
İktidar ve ittifak ortağı, danışıklı şekilde sergilediği zam senaryosuyla 4 milyon memuru kök maaşına ve emekliliğine yansıtmaksızın seyyanen zamla aldatırken, milyonlarca memur, işçi, esnaf ve çiftçi emeklisini insanlık dışı ücretlere mahkûm etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ocakta yüzde 15 olarak ilan ettiği ‘refah payı` artışını, temmuzda yüzde 5`e indirerek 16 milyon emeklinin refahından yüzde 10`u elinden aldı. Seçim kampanyasında bütçe ve hazinenin olanaklarını sonuna kadar kullanarak devletin kasasını boşaltan iktidar, seçim sonrası meydanlardaki vaatlerini unutup boşalttığı kasayı tekrar doldurmanın yükünü toplumun sırtına bindirdi. Seçim öncesi TBMM kapanmadan çıkarttıkları yasayla en düşük emekli aylığını 7 bin 500 TL`ye yükselten iktidar, seçim sonrası ise zamlar ve vergi artışlarıyla katlanan hayat pahalılığı karşısında yüzde 25 zam oyunuyla 9 milyon emekliyi ‘sıfır zam` ile baş başa bıraktı.
“CUMHURBAŞKANI MAAŞINA YÜZDE 39 ZAM YAPMAK ACIMASIZ BİR TAVIRDIR”
Bu düzenlemeyle en alt gelir grubunda bulunan ve toplam emeklilerin üçte ikisini oluşturan geniş bir kesim, yılsonuna kadar 7 bin 500 TL almaya devam edecek. Oysa sadece son bir ayda kur artışlarının, son bir haftada ise vergi artışlarının etiketlere yansımasıyla pek çok malın, ürünün fiyatı yüzde 35-50 arasında zamlandı. Pek çok ilde ekmek fiyatı yüzde 50 artışla 5 liradan 7,5 liraya çıktı. Merkez Bankası`nın anketinde yılsonu resmi enflasyon beklentisi temmuzda yüzde 38`den yüzde 44`e yükseldi. Tüm bu tablodaki gerçekler ışığında vaatlerini unutan, emeklinin aksine ek bütçeyle Cumhurbaşkanı maaşına yüzde 39 zam yapan siyasi iktidar, danışıklı şekilde sahnelediği senaryoyla milyonlarca memur ve emekliyle refah payı aldatmacasıyla alay edilmesi, siyasi dürüstlük ve etikle bağdaşmayan, acımasız bir tavırdır.
“BURSA KARAAĞIZ MAHALLESİ`NDE, EĞLENCELERDE KADINLAR VE ERKEKLERİN BİR ARAYA GELMESİNİN YASAKLANDIĞI DUYURULDU”
Toplumsal yaşamda kadın ve erkeklerin bir arada olduğu sosyal, insani ve eğitim alanlarının ayrılması yönündeki bazı söylemler ve atılan adımlar dikkat çekiyor. Çalışma yaşamında kadın istihdamı gerilerken, kadınların tecridine dönük planların ortaya atılması bu yönde kamuoyu oluşturma ve altyapıyı hazırlama adımları olarak görülmelidir. Bursa Büyükşehir Belediyesi`ne bağlı Karaağız Mahallesi Muhtarlığı, köydeki etkinlik ve eğlencelerde kadınlar ve erkeklerin bir araya gelmesinin yasaklandığını, bundan böyle düğün, nişan, asker uğurlama vb. olaylarda kadın ve erkeklerin bir arada olamayacağını duyurdu. Kararın gerekçesi ise kadın ve erkeklerin bu tür topluluklarda bir arada yer almasının ‘dinen uygun olmadığı` şeklinde açıklandı. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı da muhtarlığın yasağını ‘halkın kararına saygı` gerekçesiyle desteklediklerini dile getirdi. Seçim kampanyasında iktidar adaylarının ve bakanlarının farklı söylemleri anımsandığında bu durum ilginç bir çelişki.
“EĞİTİM SİSTEMİNİN TEMELİ OLAN KARMA EĞİTİMDEN BAZI AİLELERİN İSTEKLERİYLE VAZGEÇİLMESİ KABUL EDİLEMEZ”
Bursa`daki bu ayrıştırıcı yasağın ardından Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, bazı ailelerin kız çocuklarını dini nedenlerle erkek çocuklarla aynı okula göndermek istemediklerini, bu yüzden de kız çocukların okullaşmasında, eğitim almasında geride kaldıklarını belirterek ‘gerekirse kız okulları açabileceklerini` ifade etti. Öncelikle eğitim sisteminin temelini oluşturan ‘karma eğitimden` bazı ailelerin isteklerini yerine getirmek için vazgeçilmek istenmesi kabul edilemez. Burada gerçek niyetin bazı ailelerin dini hassasiyetlerine saygı duymanın çok ötesinde olduğunu öngörmek olanaklı. Nitekim Bakanın bu ifadesi üzerine iktidar ittifakının diğer iki partisi BBP ve MHP`den yapılan açıklamalarda kız okullarının yanı sıra, kız üniversiteleri, kadın hastaneleri açılması gibi talepler dillendirildi. Bu açıklamalar karma eğitimden vazgeçme niyetini açık şekilde gösteriyor. Kadınların yaşamları, giyimleri, eğitimleri, kaç yaşında evlenecekleri, yüksek sesle kahkaha atıp atamayacaklarına varana kadar her konuda söz söyleme hakkını kendinde gören, yasaklarla günahlarla kadınları tehdit edip tecride yönelik bir zihniyet, iktidar gücüyle bu niyetini gerçekleştirme gayretinde.
“İKTİDARI VE İTTİFAK ORTAKLARINI, KIZ ÇOCUKLARININ VE KADINLARIN ÖZGÜRLÜKLERİNE MÜDAHELEDEN VAZGEÇMEYE ÇAĞIRIYORUM”
TÜİK`in Mayıs 2023 verisine göre 15 yaş ve üstündeki nüfus 32 milyonu erkek, 33 milyonu kadın olmak üzere 65 milyon. İşgücüne katılan kadınlar, 11 milyon; istihdam edilen çalışan kadın sayısı, 10 milyon. Kadınların üçte ikisinin ekonomik ve sosyal yaşamdan uzak olduğu, ekonomik bağımsızlığa sahip olmadığı, üretime katkı vermediği bir ülkede gelişmeden, refahtan söz edilemez. Şimdi de eğitimin ilk basamağında kız çocuklarını ayrıştırma düşüncesi bu toplumsal karanlığın derinleşip katmerlenmesine ortam hazırlamaktır. İktidarı ve ittifak ortaklarını kız çocuklarının ve kadınların yaşamlarına, özgürlüklerine, eğitimlerine müdahaleden vazgeçmeye çağırıyorum. Cumhuriyetin kendilerine sağladığı olanakları 100 yıldır sahiplenerek daha ileriye taşıyan kadınlar, bu niyet ve planların tuzağına düşmeyecektir.
“EKONOMİDEKİ PLANSIZLIK VE ÖNGÖRÜSÜZLÜK, EK BÜTÇE ÇIKARILMASIYLA KENDİSİNİ GÖSTERDİ”
Ekonomideki plansızlık ve öngörüsüzlük, ek bütçe çıkarılmasıyla kendisini gösterdi. Yıllık bütçeye ilave olarak 1,1 trilyon TL tutarındaki ek bütçeyle Hazineye ve Cumhurbaşkanına tanınan borçlanma yetkisi, 3 misline çıkartıldı. 2023 borçlanma limitinin yarısı kullanılmışken yılsonuna kadar 6 ayda bunun üç katı ilave borçlanma, yerel seçimler öncesi yeni bir seçim ekonomisine kaynak hazırlığını işaret ediyor. Vergilerde yapılan artışların ve memur maaşlarına yapılan zamların yer almadığı ek bütçede gelir ve gider kalemleri 1,1 trilyon TL ile aynı düzeyde tutuldu. Böylece 2023 bütçesinde 657 milyar TL olan yılsonu bütçe açığı tutarı değişmedi. Gerek yeni vergilerin gerekse ek bütçenin ana gerekçesi olarak 6 Şubat Depremi vurgulanıyor. Ancak neden bunun için 5 ay beklendiği, niçin bu düzenlemelerin TBMM`den geçirilmediği, aksine seçimde bol bol vaatlerde bulunulduğu sorusunun yanıtı açık.
“MERKEZ BANKASI ÜZERİNE YIKILAN ÖDEMELERİ PARA BASARAK YAPACAK”
Yılsonu bütçe açığı hedefi değişmediği halde ek bütçede borçlanma yetkisinin üç kat artırılmasının gerisinde farklı amaç ve planların yattığı anlaşılıyor. Kur Korumalı Mevduattan (KKM) hazineye ve bütçeye gelen kur farkı ve faiz yükünün artan kur ve faizlerle şimdiden 350 milyar TL`ye ulaşması karşısında bu yük, Merkez Bankası`na (MB) yıkılarak bütçe açığının büyümesi önlenmeye çalışılıyor. Bu da bütçedeki gerçek açığın söylenenden kat kat fazla olduğunu işaret ediyor. MB, üzerine yıkılan kur farkı ve faizden oluşan, yılsonuna kadar muhtemelen 1 trilyonu aşacak bu ödemeleri ‘para basarak` yapacak. MB`nin hazineyi ve bütçeyi açıktan finanse etmesinin yolu örtülü şekilde açılıyor. İktidar, MB kaynaklarını dilediği gibi kullanacak. Asıl dikkat çeken husus 2023 yılı için 727 milyar TL olan net borçlanma limitinin ek bütçeyle üç kat artırılarak 2 trilyon 181 milyar liraya çıkarılması. Hazine nakit dengesi rakamlarına göre ilk 6 ayda 727 milyarlık borçlanma limitinin 368,5 milyarı kullanılmış. Kalan 6 ayda 358 milyar TL borçlanma imkânı varken neden limit 2 trilyon 181 milyar TL`ye çıkarılıyor?
“İLAVE BORÇLANMAYLA SAĞLANACAK KAYNAK, İKTİDARIN YEREL SEÇİM ÖNCESİNDE UYGULAYACAĞI SEÇİM EKONOMİSİNİN FİNANSMANINDA KULLANILACAK”
Kaldı ki iktidar 6 ayda yaklaşık 1,8 trilyonluk borçlanmayı iç piyasadan yapsa bankalar tüm kaynaklarını hazine tahvillerine yatırınca kredi veremez. Bu tutarda bir borçlanma için hazinenin çok yüksek faiz ödemesi gerekir. Bir başka seçenek olarak bu tutar dışarıdan dövizle borçlanılsa karşılığı yaklaşık 58-59 milyar dolar. Dış piyasalardan bu tutarda bir dövizli borçlanmada, ülke risk primi (CDS) nedeniyle maliyet çok daha yükselecektir. Hazineye ve milletin sırtına yıkılacak bu 2,1 trilyon TL`lik ilave borçla sağlanacak kaynak, iktidarın yılsonuna doğru yerel seçim öncesinde uygulamaya başlayacağını öngördüğüm seçim ekonomisinin finansmanında kullanılacak. Kaybedilen belediyeleri kazanma hedefi doğrultusunda her seçim öncesinde olduğu gibi belirli alanlara ve kesimlere akıtılacak.
“YABANCI YATIRIMCI, İKTİDARA VE EKONOMİ POLİTİKALARINA GÜVENMEDİĞİ İÇİN TÜRKİYE`YE GELMİYOR”
Yatırım, üretim, istihdam, teknolojik katkısı olmayan gayrimenkul alımları dışarıda tutulduğunda 4,3 milyar dolar olan beş aylık yabancı yatırım sermayesi girişlerinden, yurt dışına giden yerli yatırım sermayesi düşüldüğünde, yabancılardan ekonomiye net döviz girişi ocak-mayıs döneminde 2 milyar dolar düzeyinde. Yurt dışına giden 2 milyar 92 milyon dolar tutarındaki yerli yatırım sermayesinde en büyük payı 549 milyon dolarla ABD piyasaları almış. Yurt dışı tercihinde yerli yatırımcıların ikinci sıradaki tercihi ise yüzde 456 milyon dolarla Hollanda. Türkiye`ye gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla, Türkiye`den yurt dışına giden yerli doğrudan sermaye yatırımlarının başa baş noktasında olması, yabancı yatırımcının iktidara ve ekonomi politikalarına güvenmediği için Türkiye`ye gelmediğini, yerli sermayenin de aynı gerekçeyle kaynaklarını yurt dışına transfer ederek güvenli liman arayışında olduğunu gösteriyor.
“VERGİ ARTIŞLARINDA, 1994 EKONOMİK KRİZİNDE IMF`NİN 5 NİSAN KARARLARININ MODEL ALINDIĞI ANLAŞILIYOR”
Torba yasayla hayata geçirilen vergi artışlarında özellikle dolaylı vergilerdeki düzenlemelerle yükün ağırlığı toplumun dar gelirli, ücretli, emekli, çalışan kesimlerine yıkıldı. Tahakkuk ettiği halde tahsil edilemeyen vergiler 1 trilyonu aşarken bunu tahsil etmek yerine yeni ek vergi getirilmesi halkı yoksullaştırıp soluk alamaz hale getirmektir. Faizleri düşürme, döviz kurlarını baskılama ısrarıyla ülke ekonomisinin içine düşürüldüğü 1994 ekonomik krizinde IMF ile varılan anlaşma çerçevesinde yürürlüğe konulan 5 Nisan Kararlarının model alındığı anlaşılıyor. 1994 krizinde IMF talimatıyla tek seferlik; ‘Ekonomik Denge Vergisi, Net Aktif Vergisi, Ek Emlak Vergisi, Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi` yürürlüğe konularak bütçeye kaynak yaratma yoluna gidilmişti. O dönemde bile IMF daha insaflı davranmış, iktidardan KDV, ÖTV, ATV gibi dolaylı vergilerle geniş kesimlerin tüketiminden, yaşamsal harcamalarından vergi toplamak yerine, şirketlerin, bankaların, gayrimenkul zenginlerinin servetlerinden, varlıklarından, kâr ve gelirlerinden vergi toplanmasını istemişti.
“İKTİDAR, DAR GELİRLİ KESİMLERLE GAYRİMENKUL ZENGİNLERİNDEN AYNI ORANDA VERGİ TOPLAMA YOLUNA GİDİYOR”
İktidar; dolaylı vergileri artırarak milyonlarca dar gelirli, ücretli, emekli, esnaf, çiftçi, işçi vb. kesimlerle, üst gelir gruplarından, servet ve gayrimenkul zenginlerinden aynı oranda vergi toplama yoluna gidiyor. Kurumlar Vergisinde şirket ve bankalardan ilave vergi alarak göz boyamaya çalışırken, en yaşamsal tüketim harcamaları, hijyen malzemeleri ek vergilerle fahiş şekilde zamlanıyor. Vergi Barışı yasalarıyla yüz milyarlarca liralık vergi yapılandırılarak büyük bölümü silinirken, çiftçinin traktöründen, esnafın kamyonetinden, taksicinin aracından ödediği verginin bir katı daha yeni Motorlu Taşıtlar Vergisi isteniyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı verileriyle geçen yıl tahakkuk ettiği halde tahsil edilemeyen vergi tutarı 1,1 trilyon TL; MTV`de geçen yıl tahakkuk ettiği halde tahsil edilemeyen tutar 7,8 milyar TL iken bu yıl MTV`sini ödeyenden ek vergi talep ediliyor.
“KKM HESAPLARININ KUR FARKI, MİLYONLARIN SIRTINA BİNDİRİLİYOR”
Halkın harcamasından alınan KDV, cep telefonundan alınan ÖTV, çiftçinin mazotundan alınan ATV artırılırken, 3 trilyon liraya dayanan Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarının 350 milyarı aşan kur farkı gelirinden, faizinden sıfır vergi alınıyor. 2023 ocak-mayıs dönemi bütçe gerçekleşmelerinde tahakkuk eden vergi 3 trilyon, tahsil edilen tutar 1,6 trilyon TL, tahsil edilemeyen vergi ise 1,4 trilyon TL. Buna karşılık iktidar, 2,1 trilyon TL ek borçlanma yetkisi alıyor. Tahsil edilemeyen vergiler doğru düzgün toplansa bunların hiç birisine ihtiyaç kalmaz. İktidar müteahhitlerinin tahakkuk etmiş vergileri erteleniyor, siliniyor. Kamu bankalarına olan kredi borçları yapılandırılıyor. Sonra da depremin faturası, bütçe açıklarının, KKM hesaplarının kur farkı ve faiz yükü milyonların sırtına bindiriliyor. Bu haksız ve adaletsiz düzenlemelerle her vatandaşın cebinden trilyonlarca liralık vergi toplanması hedeflenirken, 16 milyon emekliye ‘bütçede para yok` denilerek açlık ve sefalet sınırının da altında zam reva görülüyor.
“ÇİĞ SÜT FİYATININ YÜZDE 35 ARTMASI PEK ÇOK TEMEL GIDAYI DAHA DA ERİŞİLMEZ HALE GETİRECEK”
Haziranda kurlardaki hızlı hareketlenmenin kısmen maliyetlere yansımasının temmuzda daha da belirgin hale gelmesiyle gıda fiyatlarında artışlar tetiklenecek. Çiğ süt fiyatının 1 Ağustos`tan itibaren yüzde 35 artması pek çok temel gıdayı daha da erişilmez hale getirecek. Tarım Ürünleri Üretici Fiyat Endeksi (Tarım-ÜFE) haziran ayında yeniden yükselişe geçti. Enflasyonda baz etkisinin sona ermesiyle, aylık enflasyon yeniden tırmanışa geçti. Aylık yüzde 4,04, 6 aylık yüzde 25,09, yıllık yüzde 57,93 artan Tarım-ÜFE`de 12 aylık ortalamalara göre yükseliş yüzde 110 oranına ulaştı. Tarım-ÜFE`de yıllık artışın yüksek olduğu alt gruplar sırasıyla, yüzde 118,96 ile canlı kümes hayvanları ve yumurtalar, yüzde 93,66 ile sebze ve kavun-karpuz, kök ve yumru bitkiler olarak belirlendi. Yaz mevsiminde olunmasına karşın sebze, kavun ve karpuzdaki yıllık artışın yüzde 90`ın üzerine çıkması tarımsal girdilerdeki fiyat artışlarının aşamalı şekilde fiyatlara yansımasının sonucu.
“GIDA FİYATLARINDA CİDDİ ARTIŞLAR, ZAMLAR YAŞANACAĞINI ÖNGÖRMEK OLANAKLI”
Dolar/TL kurunun bir ayda 18`den 26`ya yükselmesi, euronun 30 TL sınırına yaklaşması tarımda kullanılan ithal girdilerin, gübre, ilaç, tohum vb. maddelerin fiyatlarına yansımaya başladı. Haziran ayında kısmen gerçekleşen bu yansımanın temmuz ve ağustos aylarında daha belirgin hale gelmesi yanında, temmuzda yürürlüğe giren vergi artışları, KDV-ÖTV`nin başta mazot-benzin olmak üzere fiyat etiketlerini yukarı çekmesi üreticinin maliyetlerine de doğrudan etki edecek. Tarım-ÜFE`deki bu yükselişin daha da hızlanacağını ve gıda fiyatlarında çok ciddi artışlar, zamlar yaşanacağını bugünden öngörmek olanaklı. Çay-Kur`un çay fiyatına yaptığı yüzde 43 zammın üzerinden bir ay geçmeden kur ve vergi artışları gerekçesiyle yüzde 9,43 yeni bir zam daha yapması, Ulusal Süt Konseyi`nin 1 Ağustos`tan itibaren çiğ sütte tavsiye fiyatını litre başına yüzde 35 artırması, içecek sütten yoğurda, peynirden ayran ve tereyağına kadar pek çok sütlü mamulün fiyatını yukarı çekecek.
“DÜNYA GIDA ENFLASYONUNDA İLK 10 ÜLKE ARASINDA YER ALAN TÜRKİYE, SIRALAMADA DAHA DA YUKARILARA ÇIKACAK”
TÜİK`in son açıkladığı üretim rakamlarına göre, içecek süt üretimi mayıs ayında yüzde 11 geriledi. Tarımsal üretimdeki enflasyon ve fiyat artışlarının market ve pazarlarda gıda fiyatlarına, etiketlere yüklü oranlarda yansıması kaçınılmaz. Dünyada gıda enflasyonunda ilk 10 ülke arasında yer alan Türkiye, bu gelişmelerle sıralamada daha da yukarılara çıkacak. Bir yandan geniş kesimlerin TL`deki değer kaybına paralel olarak gelirleri ve alım güçleri gerilerken diğer yandan gıda fiyatlarında ve diğer mal ve hizmetlerde yaşanan artışlar, geçim güçlüklerini, yoksullaşmayı, gıdaya erişimde darboğazın artmasını beraberinde getiriyor. Zihinsel ve bedensel açıdan zayıf, sağlıksız nesillerin yetişmesine zemin hazırlayacak bu gelişmeler karşısında iktidarın duyarsızlığı ve düşük maaş zamlarıyla kitleleri yoksullaştıran ekonomi politikaları; tarım, hayvancılık, üretim, gıda ve beslenme sorununun daha da büyüyeceğini gösteriyor.
“İSVEÇ`İN NATO ÜYELİĞİ ONAYI EKİMDE TBMM`YE GELECEK. BU SÜREÇTE İKTİDAR, BATILI ÜLKELERLE SICAK PARA PAZARLIĞI YAPACAK”
Litvanya`nın başkenti Vilnius`taki NATO zirvesinde bir yıldır İsveç`in üyeliğine karşı çıkan Türkiye, vetoyu kaldırma ve üyeliğe onay kararını açıkladı. İsveç`in üyelik onayının TBMM`ye ekimde geleceği açıklanırken, bu süreçte iktidarın AB, ABD ve batılı ülkelerle taze sermaye ve sıcak para pazarlığı yapacağını öngörmekteyim. İsveç`in NATO`ya üyeliğine Türkiye`ye karşı faaliyet yürüten terör örgütlerine siyasi ve mali olanak sağladığı gerekçesiyle veto uygulayan iktidar, geçen yıl imzalanan mutabakat çerçevesinde bir yıldır müzakereler yürütüyordu. Mutabakat kapsamında Finlandiya`nın üyeliğine martta onay verilirken, İsveç`in taahhütlerini yerine getirmediği gerekçesiyle üyeliğinin engellenmesi tavrı devam ediyordu. Ancak Vilnius`taki zirvede Cumhurbaşkanı Erdoğan bir anda İsveç`in üyeliğine onay verildiğini açıkladı. Açıklama öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, ABD Başkanı ve ABD Dışişleri Bakanı ile bir dizi telefon görüşmesi gerçekleştirdiler. Bu görüşmelerde bazı sözler alındığı için politika değişikliğine gidildiğini söylemek olanaklı.
“ERDOĞAN`IN ‘TÜRKİYE`YE AB YOLU AÇILIRSA BİZ DE İSVEÇ`E NATO YOLUNUZ AÇARIZ` İFADESİ PAZARLIKLARIN İLK İŞARETİYDİ”
Nitekim ABD medyası, Biden`ın Cumhurbaşkanı Erdoğan`a F-16 satışına destek ve IMF`den 11-13 milyar dolar kredi sağlamayı vaat ettiğini yazdı. İletişim Başkanlığı bunu yalanlamadı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın IMF`ye yaklaşımı belli. Böyle bir kaynak IMF koşullarının kabulü ya da IMF`nin referansıyla körfez ülkeleri veya bazı uluslararası finans kuruluşlarından aktarılabilir. Ya da faiz konusundaki tavrını değiştiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, IMF ile de anlaşmaya yanaşabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın zirve öncesi, ‘Türkiye`ye AB yolu açılırsa biz de İsveç`e NATO yolunuz açarız` ifadesi bu pazarlıkların ilk işareti idi. Buna karşılık Almanya Başbakanı Scholz başta olmak üzere pek çok AB lideri, NATO ile AB`nin farklı organizasyonlar olduğunu ikisi arasında bağ kurulamayacağını açıkladılar. İtalya Başbakanı Meloni, Türkiye`nin AB üyeliğinin gündemde olmadığını söyledi. Kanımca iktidar uzun süredir askıdaki AB ilişkilerini canlandırmak için NATO ve İsveç kozunu kullanmak istiyor. Körfezden umulan yatırım ve döviz girişine karşılık küresel batı sermayesi Cumhurbaşkanı Erdoğan`a ve izlediği politikalara mesafeli. Batıdan sermaye akışı ve yatırım girişine ihtiyaç büyük.
“İKTİDAR, İSVEÇ`İN NATO`YA ÜYELİĞİNE ONAY İÇİN SON ANDA TÜRKİYE`NİN AB`YE ÜYELİĞİ KOŞULUNU GÜNDEME GETİRDİ”
İktidar, İsveç`in NATO`ya üyeliğine onay için son anda Türkiye`nin AB`ye üyeliği koşulunu gündeme getirdi. Bir yıldır süren müzakerelerde dile getirilmeyen AB`ye üyelik konusu, olumlu bir hamle olsa da iktidarın izlediği batıya yönelik diplomasi, içeride medyaya ve muhalefete baskıcı uygulamalar, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, yargının siyasallaşması tam üyelik müzakerelerinin donmasında önemli unsurlar oldu. Doğu Akdeniz`de, Ege`de Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile tırmanan gerilimde AB`nin Türkiye`ye yaptırım kararının halen yürürlükte olması, ikili ilişkilerin Mülteci Anlaşmasıyla üstlenilen sınır bekçiliği dışında askıya alınmasında etkili başlıklar. 2013`teki Gezi eylemlerinde sergilenen sert yaklaşımla duraklama dönemine giren Türkiye-AB ilişkilerinde, 2016`daki Gümrük Birliği Anlaşmasının (GBA) güncellenmesi ve Vize Serbestisi karşılığında Mülteci ve Geri Kabul Anlaşması`nın imzalanmasıyla yeniden canlanma ihtimali belirmişti. Vize Serbestisi kapsamında Türkiye`nin yerine getirmesi gereken 72 kriter belirlendi. Türkiye bu kriterlerden 66`sını yerine getirirken; yolsuzluğun ve kara paranın önlenmesi, Avrupa Polis Teşkilatı Europol ile operasyonel iş birliği ve cezai konularda etkin adli iş birliği, terörle mücadele yasasının AB ilkeleri ve AİHM kriterleriyle uyumlu hale getirilmesi gibi kriterlerde ise geriye gidildi.
“İKTİDARIN AB ÇIKIŞINI, BİR SÖYLEM VE İMAJ TAZELEME ÇABASI OLARAK GÖRÜYORUM”
AB`ye tam üyelik müzakerelerine başlanan 2005 sonrası gelen doğrudan yabancı yatırım sermayesi yıllık 17-22 milyar dolara kadar yükselmişti. 2018`deki yönetim sistemi değişikliği sonrası hızla düştü ve şimdi 2 milyar dolara bile ulaşamıyor. O nedenle iktidarın AB çıkışını mevcut ekonomik sıkışmışlıktan kaynaklı bir söylem ve imaj tazeleme çabası olarak görüyorum. Bu konuda atılması gereken; demokratikleşme, kamu yönetimi ve harcamalarıyla ihalelerde şeffaflaşma, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, rüşvet-yolsuzluk-kara parayla mücadele, yargı bağımsızlığı, AİHM kararlarının uygulanması vb. adımlarda iktidarın istekli ve samimi olduğunu söylemek güç.”